Yıl 1983

Güç bela bir pasaport aldım Konya’dan.

Gerekli ülkelerden de vizelerimi.

Aylardan, Temmuz,

Varandan da biletimi aldım.

Ve Bulgaristan, Yugoslavya, İtalya ve Fransa olmak üzere üç gündüz iki gece sürecek yolculuk başladı Topkapı’dan.

Memleket hasreti çeken bizim mahallenin gençlerini görmeye gidiyorum.

Kardeşim, yolluk olarak hazırladığı üç ekmek, bir kilo kaşarpeyniri, birkaç kilo domates ve salatalık, küçük de bir bucak ve bir miktarda tuzdan oluşanları koyduğu bir sepeti verdi.

Otobüs de pencere tarafında 45-50 yaşlarında kendini tamamen kapatan bir erkek, önümde şen şakrak 6 yaşlarında bir erkek çocuk ve yanında da 13-14 yaşlarında bir kız, yan sırada pencere yanında bir kadın, koridor tarafında da orta yaşlarda bir erkek.

İstanbul’dan çıkıyoruz yavaş yavaş ve hayli yol aldıktan sonra önümdeki çocuk yanındaki kardeşiyle Fransızca konuştu ve çantasından çıkardığı bir oyuncakla oynamaya başladı. Çocuğun sağ omzuna hafifçe vurdum. Hiç tepki göstermedi. Bir daha vurdum. Dönerek kızgın bir şekilde bana baktı. Fransızca olarak çat pat:

“Bu nedir?” diye sordum. Hiç yanıt vermedi ve oyununu sürdürdü. Tekrar omzuna vurdum. Bu kez kızmadı. Tekrar Fransızca olarak:

“Bu nedir?” diye tekrar sordum. Benimle alay eder gibi güldü. Bu kez Fransızca olarak:

“Adın ne?” diye sordum. Tekrar uzun süre güldü.

Otobüsün ilk durağı Çorlu oldu. Otobüsten inenler bir telaş içinde karpuz seçmeye başladılar. Bir yolcu bana:

“Siz karpuz almıyor musunuz?” diye sordu. Sonra da ekledi:

“Paris’e götürülecek en kıymetli hediye karpuz.” dedi.

Aşağıya indim ve üç karpuzu kaptım ve otobüsün bagajına yerleştirdim. Sepeti aldım, aşağıya indim. Uygun bir yerde kendime kaşarlı sandviç hazırlarken karşımda duran ismini söylemeyen çocuğa gelmesi için elimle işaret ettim, gülerek, yanıma geldi. Bir sandviç de onun için hazırladım, Çok sevindi ve bu durum otobüsün bütün molalarında hep böyle oldu.

Kapıkule’yi çıktık ve Bulgaristan’a girdik. Sofya’dan geçtik. Uzun bir süre sonra Yugoslavya topraklarına girdik. Slovenya’nın önemli şehirlerinden Ljupljana’da Ankara Oteli’nde durduk. Odalarımızı gördükten sonra ismini söylemeyen

çocuk ve bir grup kadın ve erkekle şehirde kısa bir gezinti yaptık. Kentte uzaklardan ve yakınlardan Türkçe müzik sesleri geliyordu, çok gururlandım. Yatağa uzandım. “Bizi yönettiğimiz önce bu Avrupa topraklarından, sonra Balkanlardan ve Trakya’dan attılar; Mustafa Kemal olmasaydı Anadolu’dan da atacaklardı” diye düşündüm.

Otelde kahvaltıyı yaptıktan sora yola koyulduk. Yol boyunca öbek öbek çadırlar ve çadırların yanında da değişik flama ve kalabalık insanlar gördüm. Otobüs şoförüne:

“Bunlar ne böyle,” diye sordum.

“Yol yapıyorlar,” diye yanıtladı.

“Bu flamalar nedir?” diye sorduğumda da

“Bu yolları yapan lise ve üniversite öğrencilerinin flamaları.” dedi.

Dört yıl önce, Karaman Lisesi Müdürlüğü konusunda Karaman Kaymakamıyla Karaman’a yapmayı aktardıklarımı hatırladım, içim cız etti.

İtalya’da Alplerdeyiz. Adriyatik’i gördüm ve kıyısındaki Triyeste’den geçtik. Uzun bir yol sürdükten sonra Fransa ve nihayet Paris’teyiz. Arabamız köhne bir yerde durdu. Bizim mahallenin gençleri beni gülerek karşıladılar ve onlarla henüz kucaklaşmadan adını söylemeyen çocuk, boynuma sıkıca sarıldı, duygulandım.

“Bak seninle ayrılacağız, Allahaısmarladık de” dediğimde:

“Adieu Monsieur,” dedi.

Bu konuşmamızı duyan çocuğun babası, oğluna vuracakken elini tuttum:

“Türkçe bilmiyordur belki,” dedim.

“Eşeklik ediyor. İstanbul’da Türk anaokuluna gidiyor,” dedi.

Karamanoğlu Mehmet Bey’i hatırladım…

Kemal UYSALER

23.08.2025-İZMİR