1978-1979 yıllarında Konya Selçuk Eğitim Enstitüsü’nde öğretmen olarak görev yaptım. Okul, ortaokul ve liselere öğretmen yetiştiren üç yıllık bir yüksek okuldu. Eğitim sabah 8.30’da başlayıp gece 22.45’te sona ererdi. İki zamanlı eğitim vardı ve günde 14 saat, 50 dakikalık dersler yapılırdı. Okulda birkaç branş dışında hemen hemen tüm branşlar mevcuttu. Sabah ve gece olmak üzere toplam öğrenci sayısı altı bin kişiydi. Karaman’dan gelen öğrenci sayısı ise bir elin parmakları kadar ya da biraz daha fazlaydı. Sınıflarda ise 60 öğrenci bulunurdu.
Okulda, dini ve milli bayramların dışında haftanın yedi günü, cumartesi ve pazar da dahil olmak üzere ders yapılırdı. Bana verilen programa göre Selçuklu Tarihi ile Devrim Tarihi dersleri sorumluluğumdaydı. Devrim Tarihi haftada sadece bir saat olduğu için hemen hemen tüm branşların sınıflarında derse giriyordum. Günde 7-10 saat ders yapmak sıradan bir durumdu.
Okuldaki en büyük sorunum beslenmeydi. Konya’da herhangi bir lokantaya girmem mümkün değildi çünkü milliyetçi, ülkücü evlatlarımız buna izin vermiyordu. Sonuç olarak ya öğretmen arkadaşlarımın ya da öğrencilerimin yanlarında getirdiği yiyeceklerle yetiniyordum. Ayrıca eşimin Karaman’da yaptığı halkaları yanımda getirir, sabah ve akşam yemek olarak değerlendirirdim. Evimizi Karaman’dan Konya’ya taşıyamadığımız için yaklaşık on öğretmen arkadaşımla birlikte sınıflarda yatıyorduk.
Programımda yirmi gün veya bir ay içinde bir boşluk oluyordu. O boşlukta bir gün bile olsa mutlaka Karaman’a gelirdim. Otobüs Konya’dan Karaman’a döner dönmez heyecanım başlardı. Çumra’yı geçince sevinç içimde çoğalırdı. Kasaba, İlisıra derken kendimi Akyokuş’ta bulur, şimdi de Pancar’dayım. Otobüsten iner inmez derin bir nefes alır, etrafıma bakardım. Her yer ve herkes bana tanıdık gelirdi, içimdeki özlem kabarırdı.
Pancar’a çok yakın olan TÖB-DER lokaline adeta koşar adımlarla giderdim. Kapıdan girer girmez tanıdığım değerli öğretmenlerim Ali Ünver, Fahrettin Çetin ve diğerleri ellerini öperek karşılardı beni. Boş bir masaya oturur oturmaz müstecirimiz Ermenekli Ahmet, Ahmet Kaya’nın “Şafak Türküsü” ya da Rahmi Saltuk’un “Dağlarına Bahar Gelmiş Memleketimin” kasetini çalmaya başlar, elinde bir bardak çayla yanıma gelir, hâl hatır sorardı. Bir taraftan müzik, bir taraftan da yudumladığım çay tüm yorgunluğumu alırdı. Daha sonra öğretmen arkadaşlar etrafımı sarardı.
Müstecirimiz Ermenekli Ahmet çok asil ve yiğit bir insandı. İnsan ilişkilerinde bir pedagog ve psikolog gibi davranır, hiç kırıcı olmazdı. Yaşıyorsa Tanrı sağlıkla uzun ömür versin; rahmetli olduysa Tanrı rahmetini esirgemesin.
Eve geldiğimde yorgunluğumu yeni yeni hissetmeye başlardım. Kapıyı açan eşim, “Nasılsın?” bile diyemeden halka yapmak için mutfağa geçer, saatlerce uğraşırdı.