Ovayı kuzeyden izleyen, Karadağ’a yaptığım gezilerden hiç usanmadım.

Bu kez konuğum Hitit uzmanı, sevgili dostum Profesör Ahmet Ünal ve KGRT KARAMAN internet editörü Koray Karagöl’de direksiyondaydı. Önce (Madenşehir ve Değle’ye) uğradık. İki ören yeri de içler acısı durumdaydı. Doğa ve kültürel vurdumduymazlık, tüm yapılarda etkisini gösteriyordu. Değle’deki boş kulübe kimsesizliğin bekçiliğini yapıyordu. Buradan ayrılıp, doruğa doğru tırmandık. 

At dışkıları vardı ama atlar yoktu. Kratere inip çıktıktan sonra yolumuzu su kuyusuna dönüp giderken, bizi beklenmeyen manzarayla karşı karşıya kaldık. Durduk. Onca yıl görmediğimiz doğal oluşumla, insan emeğinin birleştiği bir konumla karşı karşıyaydık. Yapının yanına dek, kayarak düşerek tırmandık. Yüksekliği elli metreye ulaşan yapıtı şaşkınlıkla inceledik. Bu yapıtın ne amaçla yapıldığını çözmeye çalıştık. İnişte birçok kez kevenlerin üzerine düştük. Düşme sırasında gözlüğümü de yitirdim. Bu nedenle buraya “gözlüğümü yitirdiğim yer” adını koydum. 

Ahmet bey burasının mistik bir alan olabileceğini söyledi. Mistik sözcüğü Fransızcadan dilimize girmiş. “Mistique” anlamı; “Bilişsel ve duygusal süreçler yoluyla kutsalın deneylenmesi” Eski çağlarda burada yaşayanlar, böylesine bir anıt yaparak kutsal bir alanı gerçekleştirip kullanmışlardı. 

Karadağ ve çevresinde bir zamanlar Luviler ve Hititler yaşamışlardı. Hitit döneminde Aşağı Ülke ve Tarhundassa olarak adlandırılmıştı. Aşağı Ülke Hitit yöneticisi Hartapus’un yazılarının bir bölümü, şimdiki askeriyenin bulunduğu alandaki kilisenin duvarına kazınmıştı. Fırtına tanrısına sesleniyordu. 

Buluşumuzun sevinciyle su kuyusuna ulaşıp, yağ tenekesiyle su çektik. Su buz gibiydi. Kuyunun alt bölümünde de bir çeşme vardı. Yılkı atları buradan su içiyorlardı. Atlardan söz açılınca, Ahmet bey at tanrısıyla ilgili bilgi verdi. Hititlerin ülkelerine getirdikleri, at terbiyecisi Kukukki’nin eserini kitap olarak yayınladığını, at tanrısı onuruna yüksek dağlarda tapınaklar yapıldığını anlattı. Bizde yılkı atlarının eskiden de burada yaşadıklarını düşündük. 

Yolların kenarlarında her yeri kaplamış keven (geven) dikenleri görülüyordu. Ahmet bey, bir doğa uzmanının yorumuna değindi: Ekosistemde bir ağaç türü, örneğin Çam, ömrünü tamamlayınca bir başka tür Meşe’nin veya Ardıç’ın ağacın orman oluşturduğunu bunlarda ortadan kalkınca fırsat kollayan kevenin dağı taşı kapladığını anlattı. 

Sonra sıra Alıç ağaçlarına geldi. Görkemli Sarı renkli Alıç Ağacı salkım saçak meyveyle doluydu. Kırmızı Alıçlarda göz alıcı meyveleriyle önümüze çıktı. Biraz meyve topladık. Alıç ağacı 1400-2900 metre yükseklikte yetişiyor. Gülgillerden yemişen de deniliyordu. 

Alıç’ın sirkesi yapılıyordu. Böbrek taşına da iyi geldiği söyleniyordu.

Bir zamanlar Karadağ’ın ulusal park yapılacağı söyleniyordu. Hiçbir gelişmeyi göremedik. Binbir Kilise kendi haline bırakılmıştı. 

Karadağ’dan Madenşehrine doğru yol alırken doğanın yontuculuğunu görüp heyecanlandık. Çocukken bulutlara bakar onların neye benzediklerini çözmeye çalışırdım. Bu kez de Üç kayanın sağdakinin saçsız bir adama, ortadakinin yabani bir kuşa soldakinin de şahlanmış, avına atlayan aslana benzediğini gördüm. Kılbasan’dan Karadağ’a sapan yolda çalışmalar yapılıyordu. Kömürcülerin yaktıkları ocakların dumanı sis gibi dağın bağrına yükseliyordu. Bir zamanlar tüm dağı kaplayan ağaçlar yaşam savaşı veriyorlar. Sayrılıklı (hastalıklı) kömüre dönüşüyordu. Dönüşte Kılbasan’a giderken “yavrusunu arayıp da bulamayan ve taş kesilen koyunun görüntüsü” bana Spil dağındaki Nyobe’i anımsattı.