İnsanın insan üzerindeki sahip olma ve düzeltme, kendi beğenisine göre şekil verme saplantısının, insanın doğa üzerindeki sahip olma dürtüsünden beslendiğine dair ne çok işaret var. Son yıllarda bu giderek daha da göz tırmalayıcı bir hal alıyor.

Binlerce yıldır korkularının ve çaresizliğinin kaynağı olan doğanın karşısında son birkaç yüz yılda adım adım egemenlik kurma yolculuğunu sürdüren insanın, geçtiğimiz 50 yılda üzerinde yaşadığı yerküre üzerinde oluşturduğu baskı ve tahribat, sanki çaresizlik içinde geçen zamanların ağır bir intikamı gibi…

Dağlar, dereler, ovalar, deltalar, kumsallar, koylar, kıyılar…

İnsanın doğal olan her şeye kendine göre biçim verme, yeniden düzenleme, “turizme kazandırma” ya da ticari alan haline dönüştürme tutkusuna gündelik yaşamın her alanı da dâhil oldu. Adeta büyük bir iştahla her şey kendi doğasından koparılarak yapaylığın ve sahteliğin şiddet dolu diliyle yeniden biçimleniyor. Dışındaki dünyanın plastikleşmesiyle paralel olarak kendi bedeni ve ruhunun da benzer biçimde yapaylaşmasına belki de bu yüzden hiç şaşırmıyor. Belki de bu yüzden binlerce yıllık bir kültür mirasının, restorasyon adıyla bugünün beğenisine göre yeniden inşa edilmesini bu yüzden kanıksıyor. Bir dilim pizza ya da bir tabak tatlı yiyebilmek için onca plastik üretilmesini, onca enerji, onca su, onca hayatların tüketilmesini belki de bu yüzden olağan buluyor.

Bütün bunlar binlerce örnekle çoğaltılabilir ve yaşamın her alanında bir karşılığı bulunabilir. Ancak bundan daha da acı olanı içinden geçilen zamanın belki de tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar sorgusuzca ve büyük bir kabullenişle yaşandığı gerçeğidir. Dünyanın en ağır savaşlarının, en büyük siyasi ve ekonomik krizlerinin, toplumsal savrulmalarının yaşandığı dönemlerde bile insanın dramını, trajedisini, yaşadığı zamanı sorgulayan büyük sanatçıları oldu. Zamanımızın en ağır yanı, bu zamanı insan adına sorgulayacak büyük ruhlardan yoksun kalmasıdır.

Sinema tarihinin önemli yönetmenlerinden biri olan Andrey Tarkovsky, yaşadığı zamanın ve ötesinin can yakan meselelerini kendi diliyle anlatmayı başarabilen ve etkisini hala sürdüren büyük bir sanatçıydı…

İnsanın davranışlarının kökenindeki vahşeti ve saplantıları en az yurttaşı olan Dostoyevski kadar derinlikli işlemeyi başarabilen Tarkovsky, 1986 yapımı olan Kurban (Offret) filminde, insanın doğal olana yönelik vahşetini oldukça şairane bir üslupla anlatır:

“Yıllar önce, evlenmeden önce sık sık annemi ziyaret ederdim. Memlekete giderdim. O zamanlar annem hala hayattaydı. Evi küçücük bir kulübeydi. Bir bahçenin ortasındaydı. Küçük bir bahçeydi, bakımsızdı, otlar diz boyuydu. Yıllarca ihmal edilmiş bir bahçe. Ve sanırım hiç kimse oraya uğramamıştı bile. Annem ağır hastaydı. Evden çıktığı pek görülmemişti. Yine de o harap bahçenin ortasında kendine özgü bir güzellik vardı. Şimdi ne olduğunu anlıyorum… Havanın güzel olduğu günlerde çoğu zaman pencerenin kenarına oturur bahçeyi seyrederdi. Pencerenin yanında özel bir koltuğu vardı…

Bir keresinde ortalığı düzeltmeye karar verdim. Yani bahçeyi düzeltmeye. Çimenleri kesip otları yakacaktım, ağaçları budayacaktım. Aslında bütün bahçeyi kendi zevkime göre, kendi ellerimle yeniden düzenlemek istedim. Annemin hoşuna girsin diye istedim. Tam iki hafta boyunca elimde bahçe makası ve tırpanla toprağı kazdım, kestim, otları ayıkladım ve başka otlar ektim. Burnumu topraktan kaldırmadan çalışıp durdum. İşi en kısa zamanda bitirmek için tüm gücümle çalıştım. Annemin durumu daha da kötüleşti. Yataktan kalkamaz oldu. Bense onun pencerenin kenarına oturmasını ve bahçenin yeni halini görmesini istiyordum. Kısacası işimi bitirip her şeyi hazırladıktan sonra üstümü başımı yıkadım. Temiz çamaşır, ceket giydim. Boynuma kravat bile taktım. Sonra koltuğa oturup aynı onun yaptığı gibi bahçeyi seyrettim…

Ben orada öylece oturmuş, pencereden dışarı bakıyordum. Manzaranın tadını çıkarmaya hazırlanmıştım. Neyse… Pencereden dışarı baktığımda gördüğüm şey başka bir şeydi. O güzellik nereye gitmişti? O doğallık neredeydi? Karşımdaki manzara iğrençti. Her yerde şiddetin izleri vardı. Kız kardeşimin gençliğini hatırlıyorum. Berbere gidip, saçlarını o zamanlar moda olan biçimde kısacık kestirmişti. Oysa saçları inanılmaz güzellikteydi. Lady Godiva gibi toprak sarısı… Ağzı kulaklarında eve geldi. Babam onu görünce ağlamaya başladı. Sanırım bahçede de aynı şey oldu.”*

(Araştırmacı Gazeteci Yazar Yusuf Yavuz)