Hazreti Süleyman’ın hayvanlarla konuştuğuna inanırız. Kur’an-ı Kerim’de Karınca Suresi’nde Hazreti Süleyman’ın karıncaların ve kuşların dilinden anladığını ifade eden olaylar anlatılır. Peygamberler mucizeler gösterebilir. Hz. Süleyman’ın mucizelerinden biri, hayvanların dilinden anlaması ve onlarla konuşmasıdır.

Bizim Karamanlı Yunus ise bir derviştir, hak aşığıdır ve keramet ehlidir. Onun kerameti çiçeklerle sohbetidir. Yunus, çiçeklere sorular sorar, aradığı cevapları onlardan duyar. Yunus Emre’nin Sarı Çiçek şiiri, insanın Allah inancının, evrene, tabiata ve yaratılanlara bakışının nirvanasıdır. Yunus Emre’den başka çiçeklerle sohbet eden bir başka insan evladı yoktur.

Karınca ile Sarı Çiçek arasındaki benzerlik ne ise Hz. Süleyman ile Karamanlı Yunus Emre arasındaki benzerlik ve özdeşlik aynıdır. Karınca ile Sarı Çiçek kardeştir. Hz. Süleyman ile Yunus da kardeştir. Karıncadan Sarı Çiçeğe, Süleyman’dan Yunus’a her yaratılmış, Allah’ın bu dünyaya birer armağanıdır. Her şey, bir diğeri için armağan. Birimiz bir başkasına armağan… Her birimiz, her birimize armağan. Vahdeti vücudun tezahürü bu olsa gerek.

Hak ve halk ozanı Yunus Emre’nin Sarı Çiçek dizeleri, derin anlam yüklü diyaloğu ile bir nasihat, canlıları tanıma ve yaradanını tanıtma gayretiyle kurgulanmış ve her canlıya ibret olacak sadelikte içeriğe sahip bir şiirdir. Sarı Çiçek, sadece uyaklı bir şiir değil, şiirden fazlasıdır. O, asırlarca okunup anlatılacak muhteşem bir öyküdür.

Yunus Emre Hazretleri, üstadı tabiattan çiçekler toplamasını istediği için çıktığı bu gönül seyahatinde, tabiatta her canlının hay ve zikir içinde olduğunu görerek tabiatla konuşuyor, minicik bir çiçeği dile getirip konuşturuyor.

Yunus Emre çiçeğe sorular soruyor, cevaplar alıyor.

Yunus Emre’nin gayesi insanın dışında dünyada, kainatta canlılar olduğunu anlatmak, anlatabilmek ve bütün bu mahlukatın, yani bütün yaratılmışların tek bir yaratıcısı olduğunu bir öyküyle, hoş bir anlatımla ortaya koymaktır.

Biz çocukluğumuzda La Fonten masalları da okumuştuk. Bize La Fonten’i öğretenler öz değerlerimizden olan Yunus Emre’yi anlatmak ve öğretmekte biraz gecikmiş olacaklar ki, şimdilerde anlıyoruz; La Fonten tarzının, aktarım yönteminin öncüsü Yunus Emre Hazretleri imiş.

Çünkü Yunus Emre’nin tabiatla konuşma tarihçesi, La Fonten’den çok önceki yüzyıllara dayanmakta. Her ikisi de kainatta sadece insan değil, hayvanlar ve bitkiler alemi ile gözle görülen ve görülmeyen varlıklar, canlılar alemi olduğunu bizlere idrak ettirmek istemiş.

La Fonten hayvancıkları konuşturmuş, Yunus Emre çiçekleri… Biz bunlara ilaveler yapabilmeliydik. Kainattaki her zerrenin, mahlukatın bir alem olduğunu, bir hayatla sınırlı canlılar olduğunu özellikle idrak etmemiz beklenirdi. Taşı, toprağı, havayı, suyu ve her yaratılmışın varlığının farkında olup onları konuşturmamız gerekirdi.

İşte Yunus Emre, işte La Fonten; kültürümüzde yakınen bilinen iki örnek şahsiyet. Bizim diğer canlılarla bağ kurma köprümüz, dost olmak için sebebimiz. Ve diğer canlıları unutmama hususunda suya atılan ilk taşlar… Bizlere aynı yolu izlememizi hissettiren temel öğreti…

Her canlıya, yaratılmışa hürmet gerektiğine ilişkin öğretiye temel oluşturan bir değerimizi hep unutmaktayız.

Bu anlatımların ve bu öğretilerin temelinde çok büyük maddi ve manevi bir kahramanımız var.

Bizim manevi inancımızın rehberi olan kitabımız Kuran’da Hz Süleyman kıssası aslında bize çok şeyi anlatır.

Hatırlayalım, Hz Süleyman kıssasını. Karıncaları, kuşları, onlara hükmetme, onları bir amaç uğruna çalıştırma gücünü. Rüzgarı binek bilme, hüthütü haberci olarak kullanma mucizesini.

Hz Süleyman, hayvanlarla tabiatla, görünen görünmeyen her canlıyla konuşabilen, onları çalıştırabilen ve insanlığa faydalı yönlerini açığa çıkaran, daha önemlisi onlara olan sevgisini bize ibretlik ders olarak nakleden, bu hususlarda örnek alınması gereken bir peygamber, aynı zamanda bir hükümdar.

Ya bizler? Bu hazineden yararlanabildik mi? Bize miras bu hazineyi, zihniyet gelişimi molekülünü parçalayıp, sihirli öğretiyi zihnimizde genişletip, çoğaltıp bu mucizevi özütü, bununla anlatılmak istenileni tam anlamıyla kavrayabildik mi? Hayatımızın hangi safhalarına yayabildik? Anlayamadık, cehaletten çıkamadık.

Kendimi her hesaba çekişimde, iç muhasebemi yaparken bir noktaya odaklanırım. Aldığım eğitim ve öğretiler gereği hayatım boyunca çevremizin sadece biz, ailemiz, yakın ve uzaklardaki tanışlarımızdan değil, çok daha geniş olduğuna inandım. Her alanda yalnız olmadığımızı biliyorum. Kendimi diğer yaratılmışların farkındalığını idrak etmiş bir kul olarak görürüm.

Bu nedenledir ki, konuşmalarımda, yazılarımda, tebriklerimde, kutsal günlerde, bayramlaşmalarda insanlar, tüm canlılar ve yaratılmış ne varsa, özetle mahlukat ifadesini çok çok kullanmaya gayret ederim. Bununla çevremde farkındalık oluşturabilmeyi amaçlarım.

Dünya bizlerden ibaret değil. Tüm yaratılmışlarla ortak yaşam alanını paylaşıyoruz. Bu bilinçle, birey olarak her birimiz varlıkların idrakinde olmalıyız ve farkındalık ortaya koymalıyız.

İnsan, genellikle kendinden başka canlı olduğunu düşünmüyor. Veya canlı olarak önceliği kendinde görüyor. Kendinden başka canlıya acımıyor. Öyle ki, insan insana da acımıyor. Ama yaşadığımız her alan, gezdiğimiz ve gördüğümüz her mekan mahlukatla dolu. Binlerce isim altında, milyarlarca mahlukat…

İşte bu canlıların tek bir yaratıcısı var; Allah C.C.

Ve kainat daim olarak Allah CC’nün “El Hay” zatı sıfatının tezahürü olarak canlıdır, kainata canlılık veren, varlıkları kurgulayan, yaratan, husule getiren Allah’ımız var.

Demek ki insan sadece kendini üstün varlık olarak görmekten ziyade, kainatta, dünyada, yaşadığı ortamda başka canlılar olduğunun duygusu içerisinde hareket etmeli, bu idrakle davranmalı ve onlara da saygı göstermeli.

Bir çiçeği konuşturan Yunus Emre Hazretleri diyor ki; “Annen, baban var mıdır?”

Çiçek cevap veriyor; “Annem, babam topraktır”.

Yine Yunus Emre Hazretleri soruyor: “Kardeş evlat var mıdır?”

Çiçek dile geliyor: “Çiçek eydür Derviş baba Kardeşlerim yapraktır”.

Demek ki biz bitkiler, hayvanlar ve insanlar bir topraktan yaratılmışız. Yaratıcımız bizleri topraktan yaratmış.

Dünyada sadece insanlar, bitkiler ve hayvanlar mı var? Hayır! Milyarlarca, trilyonlarca mikroorganizmalar, bakteriler, görülen, görülmeyen bir sürü canlı varlıklar, elementler her şey var, her şey canlı, Hayy.

Tüm kainata Hayy halini veren Allahutaala’nın zatı sıfatıdır. Her şey Hayy’dır, her şey canlıdır.

Yine çocukluğumda okulda derslerimizde varlıkları canlı ve cansız varlıklar diye ikiye ayırarak öğrettiler. Ne kadar yanlış! Bu yanlışlığı çok erken yaşlarda idrak ettim. Kainatta yaratılmış ne varsa, her mahlukatın canlı olduğunu hep savunageldim.

Kainatta cansız varlık yoktur. Size sorarım; bir taş cansız varlık mıdır? Hayır. Neden? Çünkü, taşın bünyesinde bulunan atomlar, nötron, proton ve müteşekkil moleküller hepsi canlı. Canlı olmayan bir taş, nasıl birbiriyle organize olmuş, nasıl bir biriyle bağlanmış bir sert madde haline gelmiştir?

Vurgulamak, altını çizmek isterim ki kainatta yaratılmış her şey canlıdır, her şey Hayy’dır. O halde her şeyin canlı olduğu zihniyetiyle hareket ederek, yalnız olmadığımızı idrak etmeliyiz.

İnsan bir başına değildir, bir başına bir odada, bir adada, bir dağın başında bile olsak yalnız değiliz… Bitkiler var, hayvanlar var, bakteriler var, mikroplar var, virüsler var.

Her şey canlı, her şey nefes kadar canlı, aldığımız hava, içtiğimiz su ve ayağımız altındaki toprak bile canlı.

Kainatta bulunan yaratılmışların her birinin görevi var, görevi olan her şey canlıdır.

O halde biz Yunus Emre Hazretlerinin Sarı Çiçek dizelerinin manalarındaki örneğinden yola çıkarak, korların ortasında yalnız bir Sarı Çiçek ve onun bir yaratıcısı, bir ailesi olduğunu idrak ediyoruz. Annesi, babası toprak, kardeşleri yaprak, geniş bir ailesinin ferdi olan bir Sarı Çiçek…

Kırlarda yalnız zannettiğimiz bir Sarı Çiçek dile gelmiş birey gibi konuşuyor.

Yunus Emre Hazretleri, üstadı için kırlara çiçek toplamaya çökmüş, ama onun canlı ve yaratanını zikrettiğinin tahayyülle o çiçeği koparmaya kıyamıyor.

Bu olay Yunus’un gönlüne, inancına göre şunu gösteriyor; Bu varlığın, bu bitkinin bir ailesi var. Onu koparırsam öldürmüş olurum, yaşamına son vermiş olurum. O aileyi birbirinden koparmış olurum.

Bu idrakle, bu ortak inançla çocukluğumdan bu yana avcılığa karşı çıktım. İnsanoğlu kendinden başka bir varlık tanımıyor. O hayvancıkların bir aileye mensup olduğunu düşünmüyor. Onların bir anne, babaya, çocuklara, kardeşlere sahip olduğunu, bir topluluğun parçası, bir ümmete ait olduğunu maalesef unutuyor. Küçük hevesleri için, spor yaptığını da iddia ederek hayvanları av hayvanları adı altında, etlerinden istifade etme amacıyla ve spor yaptığını savunarak av yaptığını

düşünüyor. Ekosistemi bozduğunun, bir yuvayı dağıtıp, bir topluluğun dirliğine zarar verdiğini akıl etmiyor.

İnsanoğlu çoğunlukla çağlar boyu kendinden başka varlık ve canlı tanımıyor. Kendini üstün varlık olarak görüyor. Evet, insan eşrefi mahlukattır. Bu onur ve bu paye “şereflilerin en şereflisi olma özelliği” insanı kendi cinsine ve başka türlere merhamet etmek, korumak, kollamak özelliğini içinde barındırmayı gerekli kılar.

O halde avcılara da sesleniyorum; zorunlu olmadığınız takdirde av yapmamalısınız. Ama bir dağın başında yalnız kalmışsınız, beslenmek zorundasınız. Beslenme ihtiyacınız miktarınca belki, belki diyorum, o kadarına bile belki diyorum.

Katiyetle, kesinlikle spor yapıyorum adı altında zevk ve keyfiniz için ve arkadaşlarınızla “ben daha çok vurdum, ben daha çok canlı öldürdüm” yarışına girerek, katliam yapmamalısınız.

Tabiatta bırakın bir çiçeği bile bile koparmayı, yürürken ayağımızla basıp onları ezip incitmemeye özen göstermeliyiz.

Bitkilerin hayvanların yaşam alanlarını düşünerek çevreyi kirletmemeliyiz. Çevreyi poşet ve ambalaj çöplüğü haline getirmeyelim ki, toprak ve bitkiler nefes alabilsin.

Kimyasal maddeler ve madeni yağlarla çocuklarımızın, torunlarınızın, kuşların, böceklerin, bitkilerin tertemiz içeceklerini zehirlemeyelim.

Sarı Çiçek bize bu mesajları veriyor. Konu çok derin ve uzun. Sarı Çiçek bunların bir özeti. Hap gibi, içinde binlerce öz barındıran bir şiir.

Çocukluğumuzdan itibaren okuduğumuz bir şiir, öykü veya ilahi. Hangi versiyonunu okursak okuyalım, hangi tınıyla dinlersek dinleyelim, bize çok şeyler anlatır. Elbette gören göze, işiten kulağa, idrake açık zihinlere…

Her yaratılmışın bir aile ve topluluğa sahip olduğunu unutmayacak şekilde empati yaparak yaşamalıyız. Çevremize, eş, dost ve tanıdıklarımızla yetiştirme sorumluluğunu üstlendiğimiz evlatlarımıza Yunus’un Sarı Çiçek’le bize sunduğu öğretiyi ve yaşama şuurunu aktarmalıyız.

Öyleyse Sarı Çiçeğe bir daha kulak verelim:

Yine sordum çiçeğe; “Sizde ölüm var mıdır?” “Çiçek eydür ey derviş. Ölümsüz yer var mıdır?”

Yine sordum çiçeğe; “Kışın nerede olursunuz?” “Çiçek eydür ey derviş, Kışın turab oluruz.”

Yine sordum çiçeğe; “Tamuya girer misiz?” “Çiçek eydür ey derviş, Ol münkirler yeridir.”

Hepinize saygılar, sevgiler sunarım.