Çocukluğumuzda Ramazan ayının bize özgü bir tadı vardı. İftar zamanına yakın sokaktan geçenlerin ayak sesleri hızlanır, biz de top atılma vaktinin yaklaştığını anlar, sokaktan geçenlerin ayak seslerinin aceleciliğine ayak uydurur, hızla ikişer, üçer yolduğumuz çağlaları ceplerimize doldurup, develiğin kapısının önündeki dut ağacının kalın boğumlarına basarak iki buçuk, üç metre yükseklikteki ambar olarak kullandığımız binanın damına atlardık. Cepte kibrit kutusundaki tuzu avuçlarımıza bölüşüp diğer avucumuzda kütür kütür çağlalarla kaleden atılacak topun alevini görüp, ardından da sesini duyup oruç açmanın erdemini tadardık.

Topucak'in iki buçuk/üç metrelik damından bakarak, Hisardaki Kaleden atılan topun patlatılmasıyla ortaya çıkan kırmızılığı/alevi görebiliyordum. Tuzu yalayıp, ağzımda çağla, ev halkına Araboğlu Camisinin müzeni Ömer Hocadan önce iftarı muştulayabilmek için, merdivenleri teyin (sincap) gibi çıkıyorum. Tek katlı bir yapının damından üç mahalle ötede (Mansurdede, Gazidükkan, Alişahane) patlayan topun alevini görmemizi engelleyecek yapı yoktu sanırım.

Dört veya beşinci sınıftaydım, bayramdan sonra okul tatile giriyordu. Tatil uzun, iş de çok! Ne yapsam, Bahçe mi? Dükkan mı? Hangisini seçersen seç, güneş doğmadan kalkmak değişmez kural. Anamın, hadi oğlum kalk! Aptesini al gel buyruğunun ardında babam olmasa, yorganı başıma çekerim de.... Ama mümkün değil. Babam seccadede yerini almış, hemen sağ arkasında yerimi alıp cazırtılı sesimle mırıltıdan az yüksek tonda gamet getirilecek, sol arkamda yer alan annemle birlikte namaz eda edilecek. Tavan çökmedikten gayrı bu durum değişmez.

Çay konuk geldiğinde olur, evimizdeki porselen çaydanlıkta genellikle ayva yaprağı fokurdardı... Ne güzel rengi olurdu ayva yaprağı suyunun. Çayın hamlığı, otsu kokusu, kekremsiliği yoktu o güzel renkli sıcak ayva suyunda. Sabahları ayva suyu ile peynirimizi, zeytinimizi, reçelimizi yer ya da çorbamızı içerek güne hazır olurdum. Yalnızca bunlar için bile eski günlere dönülebilir.

Gün dikelmeye başladığında, içinde azık bulunan kamış sepet de bahçe mesaim için kulpundan tutulmaya amade olurdu. Ahırda da, iri gözleriyle beygir görünümündeki 'gir Kibris eşeği' batma zincirini zorlayarak semerini yerleştirmemi beklerdi. Semer de semerdi ha. Aslında ona semer demek hakaretti! Sanki at eyeri gibiydi. Şasesi demir, hem de beyaz demir, aksamı sahtiyan göndü. Bizim gir Kıbrıs eşeğinin yanında Topal Gara Müftünün eşeği kırı gibi kalırdı. Bizim eşek semizdi, katır boyundaydı. Görünümü 'pekosbil'in, tommiks'in atları gibiydi ama, onca uğraşmama karşın, onlarınki gibi islik çalınca gelmesini öğretemedim. Sikkesini çözünce alıp başını gider, ıslığımdan ağaçların dalları sarsılır, bizim gir eşek hiç oralı olmaz yoncalığa doğru hızlı adımlarla yürürdü.

Bahçedeki ilk görevim, ameleler gelmeden istimhanenin kapı ve pencerelerini açmaktı. Kimi kez 15, kimi kez 20 kişilik ekip Gazalpa'ya yerleşmiş Yörük kadın/kızlarından oluşuyordu. Potükareli örtülerin altında kollarına taktıkları sepetlerle geldiklerinde, önce dünkü yarım gün ala güneşten sonra istimhaneye alınan 150/180 tane 100x70 boyutunda iki, iki buçuk santimlik çıtalar arasına gerilmiş galvanizli kümes telinden oluşan tezgeneleri dışarı çıkarıyorlar, kehribar renginde kurumuş kayısı kurularını küfelere yerleştiriyorlardı. Sonra da boşalan tezgeneleri yeni kaysıları yarabilmek için çayırlığa taşıyorlardı. Onlar kayısıları toplayıp, yarmaya başladıklarında benim gir eşekle yola düşüp, Şıhalisultanı, Gazalpa köprüsünü geçip Kuyu sokağının girişindeki dolaplı kuyudan su kaplarını doldurmam gerekiyordu.

Heybenin bir gözünde kalaylı güğümler, bir gözünde de adına fıçı denilen ağaç su kapları bulunuyordu. İş bölümü tıkır tıkır yürüyor, çalışanlara dereden değil, kuyudan buz gibi su getirmenin benim sorumluluğum olduğunun bilinciyle mutlu oluyordum.

Ala güneşte gün boyu dinlenen tezgeneleri, gün inerken işçiler istimhaneye yerleştiriyor, ben de iki odanın arasına bir peynir tenekesi kapağında bir avuç kükürt yakıp kapı ve pencereleri sıkıca kapatıp kurutma İşleminin son aşamasını gerçekleştiriyordum.

Çalışan kadınlar tadına bakarak, gözlerine kestirerek seçtikleri kayısıları sepetlerine doldurup hazırlandıklarında, çavuşlarına kişi başı üç liradan hesap ederek ücretlerini ödeyip onları uğurluyordum. Benim işim daha bitmiyordu. Kapının kol demirini takıp, siftinmeden eve dönüş için iki heybeyi ve orta boy dört sepeti doldurup hazırlamam gerekiyordu. Avarın içinde dolaşıyor biber, domates, maydanoz, töymeken, acur, salatalık toplayarak sepetlere yerleştiriyordum. Yüksünmeden ivedi bir şekilde, hele biber toplarken o kokusu bir daha, bir daha hızlanmamı kışkırtırdı

Sebze toplama işi tamamlandığında ikinci heybeye de sevimli camız boduğuna, ala ineğe ve tabii ki gir eşeğe akşam hediyesi olacak yonca yüklenecekti. Yoncalığa giriyor, boyumdan büyük gosayı kavrayıp, avucu tükürükleyip işe girişiyordum,

Heybe iki olunca eşeğe binmek güçleşiyor, özengiye ulaşamıyordum. İyi ki kapının önünde dedemin binek taşı var...

Adamın ayak bileğine kadar çıkan tozlu yollardan tıkıdık tıkıdık 15 dakikada evdeyim!

Ama bir saniye durun, aşağıya Zeyve'nin krokisini bıraktım, benim eşekle geçtiğim yolda sizler teknolojinin sağladığı olanaklarla gezip, dolaşın.