Ömrümün yarıdan fazlası gurbette geçti. İlk gurbetim İstanbul oldu. O kentin büyüsü, gurbeti yaşanır kılmıştı. Ana kuzusu olan ben, gün geçtikçe kaçmak, ilçeme aralıklı olsa da gitmek için can atardım. Parasızlık yolumu keserdi. Yine ne yapar eder, bulduğum üç kuruşla, üçüncü tren vagonuna kendimi dar atar, üstüm başım kurum içinde iskeleye (gara öyle derdik) iner, yaylı at arabasına “kurulurdum”

Neydi beni buraya çeken duygu? Ailem, dostlarım, bir de kentin kendisi. Yıllar sonra Konstantin Kavafis’in şiirinde buldum yanıtını.

Yıllar akan su gibi geldi geçti. Kent eski kent değil artık. Beton, kerpici yıkıp geçmiş. Say taşlı sokaklar asfaltın altında soluksuz kalmışlar. Eski mahallemde yürüdüğümde bana soruyorlar; “ne arıyorsun burada” diye. Kimseye “ayak izlerimi arıyorum” diyemiyorum.

Zaten mahallemi talan edip, Mansur Dede sokağını numaralayıp, Deli Çeşme’yi fırlatıp atmışlar. Parmaklı camisinden odun pazarına (Buğday pazarı da derdik) ulaşan sokakta ayak izim epeyce gitti-geldi. Sokak deyince, Lâl (Lel değil) hamamıyla Yeni hamamın nasıl “gayya kuyusu” gibi girişlerinin dipte kalışı, yol yapıcılarının sallapatiliğinin, acemiliğin göstergesidir.

Salt benim ayak izlerim silinmemiş, eski Gazidükkan ve Topucak’ın evleri de dümdüz edilmişti. Yapılar, dişleri dökülen, yaşlılar gibi yok olmuşlardı. Nezihe Meriç’in Topal Koşma diye bir öyküsü var. Dikbasan camisinin arka kapısının doğusundaki çeşmeyi görünce o öyküyü anımsadım. Zarif bir çeşmeydi. Kesme taştan, yazıtlıydı. Ne yazık ki temelinden bir metrelik bölümündeki taşları sökülmüş, topal kalmıştı.

Derken bir gün, Ali Yağcı ile yolumuz kesişti. Mahalledeştik. Kilise yakınındaki baba eviyle Demirayak’ların sahibiydi. “Bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur” onun yol göstergesiydi. Varını yoğunu evlerini korumaya adamıştı. Bir de kilisenin tanıtımı yanında, çeşmelerin kurtarılması. Unutmadan şunu da eklemeliyim; ilkokul müzeciliği.

Onun baba evi bakım bekliyordu. Geçen yıl bir dostun parasal yardımıyla tavan çinkoyla kaplandı. Bu yıl “kervan yolda düzülür” diye düşünüp, bahçe düzenlemesi, bir odanın yenilenmesi, özellikle duvarların eskiye uygun çamurla sıvanması gerekiyordu. Bunun mimar-mühendisi dost Nazım Boynukalın, ustası da Hüsnü Yeşildağlar’dı. Hüsnü’nün çalışması karıncalara eşti. O kavruk adamı izlerken, insanın neler yapabileceğini, azmin Ferhat gibi dağlar delebileceğini görüp, mutlu oldum. İyi bir 66 oyuncusuydu da. İşler yoluna girmişti.

Kendimi Ali Yağcı, Kemal Arabacı, Nazım Boynukalın, Remzi Tartan, Hüsnü, Yusuf Yıldırım’ı Don Kişotlar gibi görmeye başladım. Bahçemiz yemyeşil, vişnemiz al al olmuş, kayısımız parmak kalınlığında yeşillenmiş, asmalarsa koruğa dönüşmüştü. Gelip görenlerin gözleri parlıyordu. Thomas Moore “Olmayan ülkeyi” yazarken biz “yitik ülkeyi” var etmiştik.

Kentimizin tarihsel varlıklarının, yerle bir edilmesinin gerekçesini ararken karşıma tinerci-başıboş gençleri çıkardılar. Güya boş ve eski evlere dadananlar buraları mesken tutuyorlarmış. Onları buralardan yoksun etmek için yıkıyorlarmış.

Bir diğer gerekçeyse ev sahipleri bakımını yapmadıkları evlerini gönüllü olarak yıktırıyorlarmış. Böylece masraftan kurtuluyorlarmış.

Kimsenin usuna eski evleri korumak, onarmak gelmiyormuş. Remzi’nin örnek sokak oluşturması istemine kimse dönüp, bakmamış. Bu nedenle ortaya otomobiller için park yerleri yapılma yeğlenmiş.

Sokaklarda ayak izlerinizi sildik sizin diyenler, belleğimizdeki izleri silemediler. Ufaklık (Mustafa Özkan) hala bizim sokakta çalıyor sazını, Ahtapot (Bilal) postallarıyla top oynamaya gidiyor. Minik Ali hamamın içinde ateş yakıyor, Sarı Ahmet bahçe duvarlarındaki kamışları ateşliyor, Kümük Tahsin ölümüne kalecilik yapıyor, Kel Cafer (Yağcı) dükkanlarından aşırdığı helvayı bizimle üleşiyor, dükkandan kaçışıma kızan babam beni yakalamaya çalışıyor ama ben kaçıyorum hala. Halamsa yiten ineğini canavarlar yemesin diye bıçak büyüsü yapıyor.

KENT

"Başka diyarlara, başka denizlere giderim, dedin.

Bundan daha iyi bir kent vardır bir yerde nasıl olsa.

Sanki bir hükümle yazgılanmış bir çabam;

ve yüreğim sanki bir ceset gibi gömülmüş oraya.

Daha ne kadar çürüyüp yıkılacak böyle aklım?

Nereye çevirsem gözlerimi, nereye baksam burada

gördüğüm kara yıkıntılarıdır hayatımın yalnızca

yıllar yılı yıktığım ve heder ettiğim hayatımın."

Yeni ülkeler bulamayacaksın, bulamayacaksın yeni denizler.

Hep peşinde, izleyecek durmadan seni kent. Dolaşacaksın

aynı sokaklarda. Ve aynı mahallede yaşlanacaksın

ve burada, bu aynı evde ağaracak aklaşacak saçların.

Hep aynı kente varacaksın. Bir başka kent bekleme sakın,

ne bir gemi var, ne de bir yol sana.

Nasıl heder ettiysen hayatını bu köşecikte,

yıktın onu, işte yok ettin onu tüm yeryüzünde.

Constantino KAVAFİS