Galatasaray’ın Avrupa kupasından elenmesi öncesi ve sonrasında basında çıkan yazılarını, inanın utanarak okudum. Öncelikler hayli cayırtılıysa sonrakiler süngüsü düşmüşçesine “aşağılık duygusunu” içeriyordu.

Oluşumları düşünürken, kentimize doğru kendimce bir yolculuğa çıktım. Öncelikle şu futbol oyununun kökenselliğine takıldım. Oğlumun yardımıyla bulduklarım şöyle:

Futbol: Ayaktopu. İngilizce. Foot: Ayak Bool: Top

Sonra diğer çağrışımlar Voleybol İng. Volley: Yağmur, Yaylım Ateş, Vole vurmak, yağdırmak, topa yere değmeden vurmak. Voley: Uçan. Voleybolsa “Uçan Top”

Basketbol: İng. Sepettop

Hentbol: İng. Hend: El, Bool: Top Dilimizde “el topu”

Şimdi gelelim “Vehbinin Kerakkesine” Ayaktopu oyununa bende arkadaşlarım gibi küçük yaşta başladım. Ne ayakkabımız, ne formamız, ne de doğru dürüst topumuz vardı. Günlük ayakkabılar, pantolon giyimli olurduk. Sabah başlar, güneş batıncaya dek, solmuş muşmulaya benzeyen topun ardından seğirtirdik. Bir ara rahmetli ebemin mestlerini gizlice almış, üç günde parçalamıştım. Ayakkabılarımın boya yüzü gördüğünü anımsamam. Zaten boyalı olsa da “aşağı bahçenin” (biz ona aşşa bahçe derdik) tozu, toprağına boya mı dayanırdı.

Tozdan çamurlanmış suratımızla eve gelince iyice bir fırça yerdik. Annem dinsel yönden öğüde başlar, “oğlum Hz.Ali’nin kesik başı o, günahtır” fetvalarıyla üzerime saldırırdı. Aldıran kim?

Topucak’tan bir grup yanımıza geldi. Remzi Tartan ile rahmetli Nizamettin Özer’i (Tirit) anımsıyorum. Remzi Fenerbahçe formasını giymiş, kramponlu ayakkabılar, uzunca sarı-lacivert çizgili çoraplar, elde gıcır gıcır bir top. Kıskanmış olmalıyız. Yine de biz Beşiktaşlıydık.

Ortaokulda tekleyince İstasyon yakınındaki alana gitmeye başladım. Yolumun üzerindeki Şambayat’tan geçerken korkardım. Onlar dövüşken, çatışkan olurlardı. Başta rahmetli İbrahim Deveci sonradan Ağaoğlu olmak üzere arkadaşları top oynarlardı. Bende kaçan topları alır onlara getirirdim. Kimi zaman beni de oyuna alırlardı.

Zaman geçti, biz büyüdük, Larende takım çalıştırıcısı rahmetli Duran Deveci ağabey beni takıma aldı. Lise yapılınca oyun alanı onarmanın

boşalttığı depo alanına geçildi. Orada salt duvarları kalmış depoda sözüm ona soyunma odası oldu. Takıma girmesine girdik ya hep yedekte kaldık. Maçın son on dakikasında oyuna katılabildik. Bizim Ziya da elbiselerimizi taşıdı. Ben umutla takıma girmeyi ümit ederken Gısanın İsmeti sağa sola gülücükler dağıtıp, türkü söyleye söyleye gelir ve giyinirdi. Takımda olmazsa olmazlardandı. Bizse boynu bükük cülepelerdendik.

Çalışma aşamasında, üç olayın belleğimde kalanlardan biri rahmetli Kemal Varlı’nın lekeli donu, gece şeytan aldatmış. Diğeri üniversite okuyan uzun boylu, iri yarı gencin Hamlet kitabıyla hava basması. Üçüncüsü bizim Apo’nun (Abdurrahman Çoban’ın) bize karışmadan alan çevresinde koşması.

Kentin (Özengen) amatör dört takımı vardı: İdmanyurdu, Larende, Kalespor, Altuğ. Altuğ asi gençlerin takımıydı. Yaz geldi mi usturayla kafalarını kazıtırlardı. Mustafa Edalı İdmanyurdu’nun ası, İbrahim Ağa, İzzet Kaylı Kalespor’un her şeyiydiler. Apo ile Ahmet aslan Altuğ’un cengaverleri. Bu arada Şemsettin Deveci, Tayyar İmançer, İsmet Fidan, Çerkez Hayati, Mustafa Öztav, kaleci Kirve Aydın, İsmet Varol (solak bomba) yine kaleci Ahmet, Şıh Ali, Mustafa Tosun Hisarlı (biz Hisar demezdik) İlhami Sağcan, Erdener, gardaşım Mehmet, ölü ya da ülüz Salih (kibar ve sakin), Salih Özmen, İstanbullu Mustafa Kutum, Bahattin Çetinkaya, Erdoğan Çelebi (efendi, sakin yapılı) Başaran Albayrak.

İbrahim abinin şutunun bir öküzü devirdiği söylenirdi. Amigo kunta-kinte Feraç’ı ve İdmanyurdunun mali destekçisi Muzaffer İnekçioğlu, hakem Ramazan Renklidere, Kürt Ali İmançer abi, berber Necati Şenok, İdmanyurdu malzemecisi Hacı Arap, rahmetli Ahmet Fındık (güvenilir, sağlam duruşlu santraf), toptan hızlı koşan rüzgarın oğlu Zeynel, gözlüğüyle kalecilik yapan bizim Mümin Erdeğer (Köse) virüs kurbanı Hakkı Tuncer (inatçı, didişken, istikrarlı) ayakları küçük, hızı yüksek Çataklı Mithat, kaleci Caski Hüda, Avgan köyünden Adem Kapar, Kırmahalle’den uzun boylu bıyık altından gülen değişmez santraf Gallak Abidin abi, geçtiğimiz yıllarda yitirdiğimiz pire sekişli sağ açığımız Ali Pınar, tatlı dilli, fıkracı Davut, Miki fare koşmasıyla Ali Pınar.

Sonraları “çukur” diye andığımız alanlara geçtik. Birinci İstasyon yolundaki şimdiki apartmanların bulunduğu yer az kahrımızı çekmedi. Orada akşam ile yatsı arası Gısa’nın zoruyla oynadığımız maçı unutmam. Ben Şıh’la birliğim, o tek başına. Oyna babam oyna. Buralara evler yapılınca ikinci istasyondaki çukura göçtük. Gümüşlerindi sanırım burası. Seyircimizde olurdu.

İkindi sonrası Pala İbo’nun kahvesinde, yaz-bozlara takımlar yazılırdı. Benim takımım hep zayıf kalırdı. Değişmeyen oyuncular, Şıh, Deli REŞİT (Orhan) Veli Selek, bazen İzzet Deveci, Mustafa Öztav, bizim Ziya, genç yaşta yitirdiğimiz, efendi, çalışkan, güler yüzlü, kıvırcık saçlı Ahmet kardeşim. Karşımızda Karaman’ın canavarları. Biz yenilirdik yine de geri durmazdık.

Bu maçlarda karşımızdaki kimi oyuncuların kalleşliği, kimilerinin gaddarlığından epey dersler çıkardım. Hatta birine “kalleş” diğerine “öküz” lakabını taktım. Adamlar spor yapmıyor, azgınlığın kitabını yazıyorlardı.

Maçlardan sonra, kurumuş, çamurlaşmış suratlarımızla Şıh’la Seki Hamamına giderdik. Yıkandıktan sonra, giyinirken içtiğimiz Kürt Ali gazozunun tadı damağımdadır. İçel Palas’ın karşısındaki köşe kahvede birer bardak çay da cabası.

Köprülerin altından ne sular akıp, geçti. Karaman’da Belediyespor var, içinde Karamanlı nazar boncuğu sanki. Maçlar “beleş” ama seyirci bir avuç.

İnsanlar oyun sever. Alanlarda, sokaklarda, kahve ve gazinolarda hep oynarlar. Tiyatro, arenalar bu işlere ayrılmıştır. Oynayanlar olsun, izleyenler olsun bu işi severler.

Devlet yöneticileri de bundan yararlanırlar. Hititlerin tapınma gösterileri, gladyatörlerin ölümle sonuçlanan dövüşleri, Portekiz diktatörü Salazar’ın üç F’si, “futbol, fiesta (şenlik), Fatima” sı, Roma diktatörlerinin Roma halkına beleşe buğday verip, yıl içinde oyunlar, şenlikler düzenlemeleri bunlardandır.