Çağrışımlar, durgun suya atılan taşın, geniş daireler çizerek, dışa doğru genişlemeleri gibi belirlemeye başladı. Bende başımı alıp gittim eskilerin Ramazanına. Boyalı köyünde bir dayımız vardı: Ramazan. Biz ona IRamazan derdik.

7-8 yaşlarında gördüklerimden etkilenip, öykünmelere tutuldum. Tüm büyüklerim sahura kalkıyorlar, oruç tutuyorlar ve iftar ediyorlardı. Bende onlar gibi olmak istiyordum. Dert ortağım annem, daha küçüksün dedikçe mızmızlanıyordum. Annem baktı olmuyor, isteğime uyup, gecenin bir yarısı beni uyandırdı. Uyku ne tatlıydı o zaman, ama serde oruç tutmak vardı. Söz verdik, uyanacağız.

Sahur yemekleri kahvaltı gibiydi. Ekmek, peynir, yarım yarım yenilen zeytin. Sonra haydi yatağa. Çocuğuz, uykuya hemen dalıyoruz. Ondan sonra olan oluyor. Tuzlu zeytinler yapacaklarını yapıyorlar. Öyle bir susuzluk kavrıyor insanı, yaktıkça yakıyor. Sonra düş başlıyor. Kırlık bir yerdeyim. Tepede bir çeşme. Oluğundan gürül gürül su akıyor. Güneş yakıcı. Ağzımı suyu hep akan boruya dayıyorum, içiyorum içiyorum yine de kanmıyorum. Öyle bir karabasan içine alıyor beni.

O dönemde ramazan yaza rastlamıştı şansıma. Öğleye yaklaşınca susuzluktan, çöldeki bedeviye dönüyordum. Durumu gören annem imdadıma yetişiyordu. Beni elimden tutup ahıra götürürken direniyorum, günah diyorum, erkekliğe leke sürmek istemiyordum. İstemeye istemeye anneme uyuyordum. Bana “sen küçüksün, tekne orucu tutarsın. Bak burası karanlık, seni kimse görmez” diyerek elindeki bardaktaki (biz parç derdik) suyu bana içirirdi. Biz yine orucu bozmamış olurduk. İşin hilesi beni üzerdi yine de.

Babam iftara yarım saat kala eve gelirdi. Sıkı bir sigara tiryakisiydi. Oturur, tabakasını çıkarır, başlardı kaçak tütünden sigara sarmaya. Kolay değil, sigaraya on yaşında başlamış. Beni ikide bir sokağa yollar, topun atılıp atılmadığını öğrenmekle görevlendirirdi. Buna canım çok sıkılırdı. Neyse top patlar, ezan okunur, oruç bozulurdu. Bir hurma ya da zeytin yenir, sigara yakılırdı. Biraz büyüyünce bu sigara ritüeline ufaktan bozulur “buba senin orucun mekruh, tütünü kokluyorsun, kâğıdı tükürükleyip günaha giriyorsun” dediğimde yediğim fırçaların haddi hesabı olmazdı. Babam, sahurda yalnızca süt içerdi. Sonra öğleye dek yatardı. Dükkânı açmak bana düşerdi. Angarya sayardım, diklenerek “buba, buba sen orucu uykuya tutturuyorsun” dediğimde aldığım yanıt: has….

Sonra büyüdük. Orta sondayız. Gır Kemal’in camisine arkadaşlarla teraviye gidiyoruz. İmamımız Gır Ali amcanın vaazlarını beğeniyorum. Sıra duaya gelince “Fizik, kimya ve Fransızcadan zayıflardan geçmek için” kollarımı yukarıya kaldırıyordum. Son teravih namazı vaazında imamın ve cemaatin, Ramazan ayının bitmesine ağlamalarına anlam veremezdim. İmam “Recep, Şaban ve Ramazan’da gelip geçti” dediği zaman ağıtlar yükselirdi. O zamanlar Jet imamlar gözde olurdu. Bazı arkadaşlarda her gün bir başka camiye gitmenin sevabını ararlardı.

Bayram sabahı annem bizi sabah namazı için zorla kaldırırdı. Abdest alıp camiye giderdim. Namaza durmasına dururdum ya, imamın okuduğu surelerin uzunluğuna da içerlerdim. Sonraki yıllarda, biraz daha büyüyünce anneme restimi çektim. Kabak küçük kardeşimin başına patladı. Annem beni boşlayıp onu kaldırdı. O hiç itiraz etmeden evden çıktı gitti. İşin foyasını sonradan öğrendim. Bizimki bir kahveye gidip, oturuyor cami cemaati yola düşünce de eve geliyormuş.

En sevinçlisi bayram sabahıydı. Yemekler öngünde (arife) hazırlanırdı. Erkeklere ayrı sofra hazırlanırdı. Babam ailenin büyüğü olduğundan, yemekler bizde yenirdi. Zerde, bamya ve tel kadayıfa bayılırdım. Yokluk belasından, yılda bayramdan bayrama görürdük bunları. Bir de “ağır konuk” geldiğinde sırayla el öpülür, bayramlık harçlıklar alınırdı. Ben okuyorum ya, el öpmez, yalnızca tokalaşırdım.

Haydi odun pazarına. O zamanlar salıncaklar, dönme dolaplar, tahterevalliler Cem Sultan bedesteninin yanı başına kurulurdu. At arabaları istasyona sefer yaparlardı ya paramız ona yetmezdi. Rahmetli Yahya’nın babasını anımsıyorum. Soluk soluğa dolabı döndürür, bizi “arş-ı alaya” çıkarırdı. Her şey ayağımızın altına serilirdi. Sonra Kemal Bayat amca. O kimi zaman para almadan çocukları bindirirdi. Öğleye doğru, meteliksiz kalır, evin yolunu tutardık. Bizim mahalleden bazı arkadaşların bayram günü tek zevkleri, lokantaya gidip, pilav üstü fasulye yemekti. Sanki “”cennet taamı” Bir de anlatışları vardı, canlara sefa.

Kel Ayşa’nın sokağından geçemezdik. Kamış Bahçe’ye doğru giderdik. İlk kez, bir duvarun üzerine korku ve merakla çıkıp, boğanın zayıf bir deri bir kemik ineğe aşmasını izlemiştik. Parasız kalınca bayramında tadı çıkmıyordu.

Parmaklı caminin minaresinde sela okumak, ayrıcalıktı. Müezzinin gözlerine yalvaran gözlerle bakar, izin vermesini isterdik. Tüm selayı değil, bir dizesini okumaya “cevaz” verirdi müezzin efendi. Nasıl da mutlu olurduk.

Gurbetteyken, iki elim yakamda olsa, Karaman’a bayrama gelmeye çalıştım. Salt o birinci günün büyüsünü yaşamak için. Gidemeyince “Bayram gelmiş neyime/Anam anam garibim/Kan damlar yüreğime” türküsüyle ağıtlar yaktım.

Şimdi her şey masal. Baba yok ana yok, evimiz yıkıldı tüm anılarıyla birlikte. Koçak gibi bende anılara tutunup, bunları yazdım.

Ramazan (Şeker) bayramınız kutlu (mübarek) olsun.